6 Mayıs 2024 Pazartesi

İSTANBUL'DA YAŞAM --4


 

İçlerinden emekli olanlar aldıkları üç beş kuruş emekli maaşını oğluna kızına veriyor, evin geçimine karınca kararınca katkıda bulunuyordu. Emekli olmayanlar ise boynu bükük oğlunun kızının eline bakıyordu.  Ne acı bir durumdu bu. Yıllar yılı çalış çabala yaşlılık belini bükünce bir kenarda sessizce otur. Yaşlıların ikide bir laf arasında "ah gençlik!" demelerinin altında yatan gerçek yaşlanınca kendilerine gençlikte olduğu gibi söz hakkı verilmemesiydi. Yüzlerindeki çizgilerin konuştukça derinleşmesi, başlarını önlerine eğerek iç çekişleri başka nasıl açıklanabilirdi ki.

Köylerinde, kasabalarında ve hatta kente ilk göç ettikleri yıllarda, bu kadar sıkıntı çekmediklerini söylerlerdi sıklıkla. Hele şu bir iki yıldır sıkıntılarının iyice arttığından şikâyetçiydiler. Çoğu bin bir umutla geldikleri kentte çocuklarının iş bulamadığından yakınır, ailenin geçiminin emekli maaşlarına baktığını söylerdi. Emekli maaşları da zaten yeterli değildi. Kıt kanaat geçinmelerine ancak yetiyordu. Şehirde bir yerden bir yere gidip gelmek kolay değildi. Yol parası bütçelerini zorlar duruma gelmişti. Yiyeceklerini, giysilerini mahalle pazarından alıyorlar, ucuz sebze ve meyvelere, gıdalara yöneliyorlardı. Alışveriş merkezlerine gitmek, çarşı pazar gezip zaman geçirmek onlara göre değildi. Sokak aralarında akşam pazarın dağılma saatlerinde ellerinde pazar arabaları ile pazara gidenleri görmek sıradandı. Pazardan arta kalanları ucuzca almaya alışmışlardı. Bazılarının da kirada oturan çocukları kirayı karşılayamadıkları için yanlarına taşınmış, zaten dar olan evlerinde aynı odada yatar kalkar olmuşlardı.

Her biri ayrı bir hikâyenin, ayrı bir sorunun kahramanıydılar… Hikâyelerinin ipuçları ise konuşmalarında saklıydı.

Mahallenin renkli simalarından Tokatlı memur emeklisi Recep Amcanın oğlu çoktan babasının yanında soluğu almıştı. Evin içine sığmayan eşyalar mutfak balkonuna yerleştirilmiş, rutubetten etkilenmemesi için balkon taksitle pimapenciye kapattırılmıştı. Yine de bir kısım eşya haraç mezat eskiciye satılmıştı. Bu durumu kabullenemeyen gelin ise soluğu baba evinde almış, tüm yalvarma ve çabalara rağmen açtığı dava boşanma ile sonuçlanmıştı. İki çocuğundan kız olanı kendi yanında oğlan ise babasının yanında kalmıştı. Krizin ağır yükünü Recep amca ve çocukları şimdilerde içlerine sindirmeye çalışmakla meşguller. Emekli maaşı ile geçimini sağlamaya çalışan Recep amca artık oğlu ve torununun da karnını doyurmak zorundaydı.

Evlerinde Doğalgaz sistemi ve kombi olmasına rağmen geçen kış odun yakmışlardı. Emekli diye bedava dağıtılan kömürden de alamamıştı. Recep amca bu yıl da soğuklar bastırmadan inşaatlardan el arabası ile odun kırıntısı toplamaya başlamıştı.

 Apartmanda çoktandır Recep amcanın yüzünde bir gülümsemeye tanık olan olduğunu sanmıyorum. En azından güler yüzüne alıştığımız Recep amcanın gülümseyişine son zamanlarda ben rastlamadım.

 Şu sıralar Recep amcanın evinde tam 6 nüfus emekli maaşına bakıyor.

    Zaman zaman Recep amca beni çay içmeye davet ediyor. Bu nedenle olan bitenlere yakından tanık oluyorum.

    Berat yedi sekiz yaşlarında sevimli bir çocuk. Recep amcanın torunu. Babası ise işsiz. İş arıyor ama… Kapıların yüzüne kapandığını söylüyor…

4 Mayıs 2024 Cumartesi

İSTANBUL'DA YAŞAM --- 3


 

Gürültücü çocukların canhıraş bağırışları, mahalle sakinlerinin soluk aldığı parklarda kulakları tırmalar.

Sohbetlerinde geçmişteki anıları, köylerindeki yaşamları, sıkıntıları ve dertleri eksik olmaz. Siyasal gündemi irdelemek çoğu zaman “kaderci” yaklaşımlarla yapılır.

Anadolu'nun yoksul ve ücra köşelerinden, karlı dağların vadilerinden kopup gelmişler. Mehmet, Mustafa, Ömer, Satılmış amcalar ve diğerleri. Zamanlarının büyük bölümünü parklarda geçiriyorlar. Yaşlı kadınlar, küçük torunlarına, bütün gün, anne babaları işten gelene kadar bakıyor. Onlara, bildikleri türküleri söylüyor, masallar anlatıyorlar. Çocuklar doğdukları andan itibaren aile büyüklerinin öğrettiği kültürle yetişiyorlar.

Yaşları 60'ın üstünde olan bu insanlar, toplumsal refahın ve toplum düzeninin ne denli önemli olduğu konusunda akıl ve mantık yürütüyor, karşılıklı tartışıyorlar. Parklar Hyde Park olmasa da gününü parklarda geçirenlerce bu tartışmalar içselleştirilmiş.

Zaman ve mekân değişikliklerinin yanısıra, geçen yıllar boyunca radikal değişikliklerin yaşanmasına da şahit olmuşlar. İletişim ağındaki hızlı değişim bunlardan biri. Toplumun kutuplaşması ise diğer bir değişiklik.

Parklarda sorulacak "Nerelisin?" sorusunun cevabı Erzurum, Gümüşhane, Sivas, Kastamonu, Çankırı, Diyarbakır’dır.

Kırsal kesimden kente aktıklarında yabancı oldukları bir kültür dünyası, farklı bir yaşam tarzı karşılamış onları. Taşradan kopup gelmenin yeni adı varoşlardır onlar için. Fukaralıktan kurtulmanın adıdır ilk başlarda derme çatma gecekondular!

Fukaralık bu ya, yakasını bir kaptıran bir daha kurtaramıyor. Şehirde de sıkıca yapışmış yakalarına. Ata yurdunu arar olsalar da geriye döndüklerinde ne başlarını sokacakları bir ev kalmış, ne de işleyecekleri toprak. Evleri yıkılmış, tarlaları satılmış zamanında, bir göz gecekondu için.

Bu döngüye uzun yıllar kaldığım Ankara’da ve son iki senedir de İstanbul’da şahit oldum.

Öğretmen olduğumu bildikleri için oturdukları parka gittiğimde beni her daim gülerek karşılar, "Gel hele hocam gel. Bu Dr. Ali yine 'dediğim dedik’ diyor da başka bir şey demiyor'" diye takılırlardı. Dr. Ali dedikleri Sivaslı Hacı Ali amcaydı. Zamanında köylerde elinde pense dişçilik yaptığından Dr. Ali diye çağrılır olmuştu.

Dr. Ali serzenişe itiraz eder "yok be hoca inanma bunlar ağız birliği yapıyorlar böyle. Doğruyu söyleyince işlerine gelmiyor bu ihtiyarların" diye cevabı yapıştırırdı.

Gülerek yanlarına selam verip yaklaşır "yine tartıştınız anlaşılan" diyerek ortalığı yatıştırmaya çalışırdım. Tel çerçeveli gözlük takan ve yakası düğmeli mavi bir gömlek giyen 75 yaşındaki Çankırılı Satılmış amca gülerek ayağa fırlar “hocam gel, bunların tartışmadığı gün mü var?” diyerek bana yer gösterirdi. İlkokuldan sonra okuyamamış olsa da asırlık çınarın bu davranışı hem içtenliğinin hem de aldığı "yâran” kültürünün bir sonucuydu.

Yıllar önce köyden kente göç etmişler. Bir kısmı yaşlılığın verdiği yorgunlukla mecburen oğlunun kızının yanına sığınmış.

2 Mayıs 2024 Perşembe

İNSANI ANLAMAK


 

 

İnsanların geleneksel yaşamı zorlu evet ama bugün insanları zorlayan güç koşullar insan yaşamını daha da zorlu hale getiriyor.

Zorlukları anlamak için insanı anlamak lazım.

İnsanı anlamak için geçmişi ve bugünü anlamak lazım.

Geçmişi ve bugünü anlamak içinse elinde doğru ve gerekli bilgi olmalı. Eğer gerekli ve doğru bilgi yoksa, gerekli ve doğru bilgiye ulaşılamıyorsa o zaman verilecek kararlarda sonuçlar daima hatalı çıkacaktır.

Peki doğru ve gerekli bilgiyi nasıl elde edeceğiz.

Bunun cevabı, geçmişi iyi anlamaktan geçer.

İnsanlar geçmişte neler yapmış, neden yapmış anlamak için çok çaba sarf etmek gerekir.

Geçmişi iyi anlamayan, geçmişte yapılan hata ve doğruları sorgulamayan insan bütüne varmak için gerekli ve doğru bilgiyi asla bir araya getiremez. Ve bunun sonucu da insanlığın bugün içinde bulunduğu zorlukların çığırını açar.

Bunu yapacağımıza, bir araya gelip sorunlara çözüm arayacağımıza, insanların gelecekte daha mutlu ve sorunsuz yaşaması için çaba sarf edeceğimize, ne yapıyoruz, oturup bilgi sahibi olmadan etrafımıza bilgi dağıtmayla uğraşıyoruz.

Ahkâm kesip ver yansın ediyoruz.

Bir bilen olup etrafımızda doğruyu bilenleri dikkate almıyoruz.

Oturup birbirimizi dinleme gereğini dahi hissetmiyoruz.

Birkaç cümle ile kendimizi anlatmaya çabalıyoruz lakin onu da yeterince beceremiyoruz.

Tek bir kitap okumadan cümleleri art arda sıralıyoruz.

Zorlukların üstesinde sadece kendimiz için gelmek istiyoruz.

Başkalarına acı veren şeyleri dikkate dahi almıyoruz.

Ve işin tuhaf olan yanı ise yaptıklarımızı normal karşılıyoruz.

30 Nisan 2024 Salı

İSTANBUL'DA YAŞAM --- 2


 

Akşam saatlerinde çıkarılması gereken çöpler sabah saatlerinden itibaren çıkarılmaya başlıyor. Bu anlayış, sokakları atılan çöplerle kirletiyor ve şehrin uygar görüntüsünü mahalle pazarına benzetiyor. Halkın yaşadığı yerin temiz olmasına önem vermesi ve kurallara uyması gerekir. Apartman önlerine bırakılan, AVM ve diğer iş yerlerinin tanıtıcı broşürleri istenmeyen kirliliği artıran bir başka sorun. Tonlarca kâğıt sokaklarda heba olup gidiyor. Çünkü vatandaş bu tür broşürlerden bıkmış, nedir ne değildir diye alıp bakan yok.

Şehrin bitmemişliği hemen her semtte "kentsel dönüşüm" adı altında inşaatların devam etmesi anlamına geliyor. Ve bu nedenle İstanbul'un hemen her köşesi şantiye durumunda.

Şehirlerde yaşayanların bilinçlenmesi ve günlük yaşamında bilinçli hareket etmesi lazım. Lakin bunu uygulayana rastlamak zor. Uygulamak için, şehrin yaşanabilir olmasıyla uygarlık merkezi bir yerleşme olması arasındaki farkı görmek gerekir.

İstanbul'a gelen kırsal kökenli vatandaşlarımız değişmeyi göze almakta ve değişmekteler. Yavaş olsa da bu gerçekleşiyor. Bu değişimin bilinçli ve örgütlü olması için yetkililere görev düşüyor.  Değişimin sürdürülebilmesi için, cadde ve sokakların fiziki yapısının, işlevsel kullanımının düzenlenmesi gerekiyor. Kural tanımazlığın önlenmesinin şehrin yaşanabilir olmasında önemli olduğu gerçeği göz ardı edilmemeli.

Unutulmamalı ki bir şehrin olumsuzlukları yanında olumlu yönleri de var. İstanbul’un bu yönü daha ağır basıyor.

İstanbul, ülkemizin en kalabalık, nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu şehirlerden biri. İki kıtada geniş bir coğrafyaya yayılan şehirde birçok ülkenin nüfusundan fazla insan yaşıyor.

Yüzyıllardır doğu ile batı arasında kültür değişiminin vazgeçilmezliğine soyunan İstanbul bugün barındırdığı milyonlarla benzer işlevine devam ediyor. Doğu ile batının harmanlandığı bir merkez konumunda. Eşsiz güzellikleriyle İstanbul Boğazı iki denizin birleştiği noktada inci bir kolye gibi uzanıyor. Şehrin silueti gökdelenlerle değişse de yönü ve ruhu hep aynı.

Geçmişte olduğu gibi bugün de yüz binlerce insan İstanbul’u görmek, boğazın güzelliklerini seyretmek, ticaret yapmak için geliyor. Şehir iyi bir pazar konumunda. Bankaları ve finans merkezleri ile ekonominin can damarı. Bu nedenle İstanbul'un cazibesi gittikçe artıyor, bu cazibeye kapılanlar da bir daha ayrılamıyor.

Kıyılara baktığınızda uzaktan parlak yeşil yağmurlukları, gri buruşuk şapkalarıyla balıkçıları görürsünüz. Yüksek bir ses tonuyla külhanbeyi bağırışlarını duyarsınız.

“Rastgele!”.

Özenle hazırladıkları oltalarını umutla denize atarlar. Kovaları gümüş renkli balıklarla dolduğunda yorgunluklarından eser kalmaz. Deniz yine cömert davranmıştır. Akşama balık vardır sofrada. Yanında bolca limonlu zeytinyağlı salata ve bir kadeh de rakı varsa sohbetin en koyusu yapılır saatlerce.

Deniz derken özgürlük gelir akıllara. Balıkçı barınaklarında anlatılan onlarca öyküsü, kendine has imbatı, meltemi, karayeli, lodosu olan. Denizin öykülerini dinleyenler, bozkırın yağmurla gelen kokusunu unutmuşlardır. Deniz, balık, zaman ve rüzgâr çoktandır dağın, vadinin yerini almış sohbetlerinde.

Kıyıya yakın alanlarda banklara otururlar gün boyu “rastgele!” seslerini dinleyerek. Yorgundur bakışları. Alınlarındaki derin çizgiler “yaşlandınız artık” dercesine sitemkârdır. Kaderin kendilerini soktuğu bu cenderede sessizce etrafı seyrederler.

13 Nisan 2024 Cumartesi

BİLİRMİSİNİZ SİZ HİÇ


Yağmurun inadını bilir misiniz siz hiç,

Yağmayacağım diyen!

Kanatları yorgun günün sonunda,

Kurumuş dala konan garip serçeyi…

Gecekondunun balçıkla sıvanmış
Kapı eşiğinde
Kuru bir somun parçasını kemiren,
Mendil satan çocukları…
Kınalı parmakların,
Çağdaşlığı ve özgürlüğü
Rüzgârın kanatlarına bırakıp 
Cehaletin pençesinde kıvranmasını...
Bilir misiniz siz hiç,
Tanyeri ağarırken soğuk ve rüzgârla,
Buz kesen sokaklarda
Göz kapakları ağırlaşmış
Ve yorgun
Belki de günlerdir aç,
Dağarcığında küflenmiş bir ekmeği çıkaran,
Yaşlı bir ihtiyarı…
Bilir misiniz siz hiç,
Ürkek kanatların sarmaladığı, 
Prangalarından kopmuş 
Esir bedenlerin
Töre baskısıyla sevmediği,
Birisiyle evlendirilmesini
Ve 
Çığlık çığlığa kurtuluşu aramasını
Bir an tereddüt etmeden
Beton zeminde…
Bilir misiniz siz hiç,
Acımasızlığın ortasında
Eşarbının altına gizlenmiş,
Saçlarını dağıtırken
Soğuk bir rüzgâr 
Yanaklarından süzülen yaşların
bedeninde
Küçük buz tanelerine dönüşmesini.
Bir genç kızın
Son voltasını atmasını
Sararmış yapraklara inat,
Ölümün gölgesinde. 


12 Nisan 2024 Cuma

İSTANBUL'DA YAŞAM... --1


 Apartman blokları arasında esen sert rüzgâr denizin öyküsünü anlatır. Balıkçı tekneleri ve yosunun öyküsüdür anlatılan. Rüzgârla birlikte dolaşır sokakları. Sonra uçar gider başka diyarlara yeni öyküler anlatmak için.

Günün en büyülü anlarını kime sorsan sabah ve akşam serinliği olduğunu söyler.  Güneşin yumuşamış, yakıcı olmayan son ışıkları bir yandan eğreti apartmanları yıkarken diğer yandan da mahalle sakinlerini sokaklara davet eder.

Günün altın ışıklarının büyüleyici etkisini beklemeden sabahın erken saatlerinde parkları, nefes alınacak yeşil alanları doldurur yüzleri sert, elleri nasırlı insanlar. Serinleyip yorgunluklarını atacakları başka yerde yoktur zaten. Bir döngüdür bu, bir devinim değişmez.

İstanbul adeta bir yaban arısı kovanını andırıyor. Havanın sıcak olduğu günlerde caddelere, meydanlara, kafelere, AVM’lere insan selleri akıyor. Birbirine yaslanmış apartman aralarında kendilerine oyun alanı olarak dar sokakları seçmiş çocuklar. Oynayacakları bir yer yok, var olan yerlere de arabalar park etmiş. Meydana gelecek bir depremde insanların toplanacakları geniş alanları bulmak olanaksız.

Caddeleri dolduran insanlarla konuşmanın manası yok. İnsanlar stres içinde. Çöp toplayanlar, dilenenler.
 Diğer yandan cadde boyunca sıralanmış seyyar manavlar kamyonetlerine yükledikleri karpuzları “çığırtkan sesleriyle" satmaya çalışıyorlar...

Sokaklar, caddeler seyyar satıcılarla dolu. Hediyelik eşyanın yanı sıra her türlü malzemeyi satmaya çalışanlar kaldırımları işgal etmiş durumda. Bu nedenle insanlar kaldırımlarda rahatça yürümekte zorlanıyor. Afrika kökenli insanların köşe başlarında gün boyu seyyar satıcılık yapmalarına semt sakinleri çoktan alışmış. Kısacası insanlar para kazanmanın derdinde.

Sabah ve akşamları iş çıkışı insan selinden oluşan bir ordu beklenmedik bir şekilde ana arterlere yayılıyor. Her yer hınca hınç insan dolu. Sükûnet içinde yalnız kalacağınız bir yer bulamazsınız.  

Paranın geçim aracı olduğu bir dünyanın kurbanı olanlar, ikiyüzlü modernitenin kıskacında hastalıklı bir anlayışın tanığıdırlar artık. Zamanlarını “serseri mayınlar” misali şehrin sokaklarını amaçsızca dolaşarak, çığırtkan sokak satıcılarının, simit ve piyango satıcılarının hareketlendirdiği meydanlarda ve parklarda geçiriyorlar.

Kalabalığı kendine çeken parkların etrafında, birbirine dolanmış salkımsöğütlerin üzerine konmuş, gizemli, rengârenk kuşlar görünüyor. Martılar, kırlangıçlar denizin ritüelini anlatıyorlar çığlıklarıyla.

İstanbul öyle kalabalık ki, evsizler parkları, köprü altlarını; seyyar satıcılar üst geçitleri ve caddeleri ele geçirmişler. Sabahın serinliğinde parklarda yürüyüşe çıkmak, banklarda sabahlayanların varlığı nedeniyle engelli koşu yapmak gibi bir şey. İlerleyen saatlerde, şehrin yolları, trafiğin yoğunluğu nedeniyle tıkanıyor.

Semt pazarlarında pazarın dağılmasına yakın sebze meyve toplayanlar, çöpleri karıştıranlar, yardım toplayanlar dikkati çekiyor. Varoşlarda zor durumda varlığını sürdürmeye çalışanların yapacakları başka bir şeyde yok. Bir şekilde hayatta kalmak zorundalar. Plansız kentleşmenin getirdiği sorunlar insanın insana saygısını yok etmiş. Ve İstanbul'un nüfusu artmaya devam ediyor. 

Trafiğin yoğunluğu sabah akşam ana arterlerin tıkanmasına neden oluyor. İstanbul'un bir ucundan diğer ucuna gitmek birkaç saat sürebiliyor. Kırmızı ışıkta geçenlerin yanı sıra "park yapılamaz" levhasının altında park eden; üç şeritli bir yolun sağına ve soluna park eden arabalar yüzünden trafik duruyor ve yavaşlıyor. Yollar park amaçlı yapılmasa da park amaçlı kullanılır olmuş. Burada geçen zaman vatandaşın zamanından çalıyor, giden benzinin haddi hesabı yok. Sonuçta milyonlarca liralık iş ve enerji kaybı yaşanıyor.

Tüm bunlar kentlileşmemiş bir nüfusun, birlikte yaşadığı insanların yaşam hakkına saygılı olmamasının bir sonucudur

10 Mart 2024 Pazar

GEÇMİŞE YOLCULUK / ÇOCUK GELİNLER...


 

Sulusepken yağan kar doğaya gelinliğini giydirirken minibüs hızla yol alıyordu. Motorunda çıkan homurtu ve siyah egzoz dumanı eşliğinde bacaları tüten dağınık taş evlerin olduğu yerleşimlerden geçti uzun süre. Alabildiğine uzanan bozkırda ne bir ağaç ne bir canlı vardı. Sanırsın gizli bir el tekmil canlıları yerin altına çekmişti. Öylesine sessiz, öylesine dingindi etraf. Taşranın kent, köy ya da kasabaları ulaşılmaz uzaklıktadır bir diğer bölgeye. Kırsalın bu tamamen kendisine özgü dünyasında, geniş yerleşim yerlerinden uzakta içine kapalı bir toplum yaşamı söz konusudur.

Amacımız ziyaret değildi. Öğretmen olarak ilk görev yerine gitmenin heyecanı vardı içimizde. Büyük bir merakla minibüs şoförüne arada bir soruyorduk “daha yolumuz çok mu ağabey”. Şoför arkaya dönüp gülerek “geldik geldik” diyordu her defasında. Saatler geçiyor köy bir türlü görünmüyordu. Ufukta devasa görkemi ile dağların dorukları ovaya bakıyordu. Tilkinin bakır döktüğü topraklardı buralar. Her şey şaşırtıcıydı. Meraklanmaya başlamıştık. Nasıl bir köyde görev yapacağımızı, kalacak yer bulup bulamayacağımızı düşünüyorduk. Gittiğimiz yer bir köydü ve karakış acımasız yüzünü göstermeye başlamıştı. Hiç kimseyi tanımıyorduk. Bozkırda yağan karın altında, ayazda, acımasız soğukta saatlerce dışarıda kalmak da vardı işin ucunda. Düşündükçe dişlerimin birbirine “zangır zangır” vurduğunu hatırlıyorum.

Bir yandan uçsuz bucaksız beyazlığı ve yol kenarında birikmiş kar öbeklerini seyrediyor, bir yandan da üşümemek için parkalarımıza sıkıca sarılıyorduk. Arabanın içi yavaş yavaş soğumaya, hareketsiz duran yolcular da üşümeye başlamıştı. İki arkadaştık. İkimizde aynı köyde görevlendirilmiştik.

Şoför “görüyor musunuz bacalardan çıkan dumanları” deyince gösterdiği yöne odaklandı gözlerimiz. Evlerin üzerinde dumanlar yükseliyordu. Hem de onlarcasında birden. Köyün yakınında ki gölün yüzeyi beyaz bir örtü ile kaplanmıştı. Sonradan öğrenecektik gölün yüzeyinin bir kaç ay kalın bir buz tabakası ile kaplı kalacağını. Islak camın ardından yağan kar camı yalıyor, ben de cama yapışan kar tanelerini silecekmişim gibi elimi uzatıyordum. İçimden bir ses “umudunu yitirme” diyordu durmadan. Islak bulutlar vardı gökyüzünde. Uzaklardaki taş evler beyazlığın içinde bir görünüp bir kayboluyordu. Sırtını hafif meyilli bir yamaca yaslamış köyün etrafında seyrekte olsa söğüt ağaçlarının dalları kendini rüzgârın gizemine bırakmıştı.

Minibüsten indiğimizde gideceğimiz okulun yolunu soracak kimseye rastlamadık. Minibüs uzaklaşş, kalan yolcularını bir başka köye götürüyordu. Soğuktu ve üşüyorduk. Epey bir bekleyiş sonrasında beyaz saçlı, kasketini kulaklarına kadar indirmiş, siyah paltosuna sıkıca sarılmış bir adama sorduk gideceğimiz yeri. Eliyle şapkasını hafif kaldırıp “aha şurada” dedi, umarsız. Kimsiniz, necisiniz arkadaş deme gereğini duymadan tekrar şapkasını indirip yürüyüp gitti. Adam gözden kaybolana kadar vurgun yemiş gibi kıpırdamadan durduk bir süre.

Ayak parmaklarımızdaki sızı üzerine tarif edilen yere doğru hızlı adımlarla yürümeye başladık. Gittiğimiz yer bildiğimiz okul binalarına benzemiyordu. Düz damlı beyaz badanalı bir yerdi. Duvarlarının sıvaları dökülmüş, giriş kapısı yer yer kırılmıştı. Tam bir virane görünümünde idi. Sonradan öğretmenler odasının damı çökecek öğle yemeğinde olan öğretmenler de ölümden kıl payı kurtulacaktı.

Köy tahminimizden de büyüktü. Evlerin arasında dışarıdan bakıldığında tabelası olmayan bakkal dükkânları ve kahvehaneler vardı. Öğrencilerimizin varlığı bize yetiyordu artık. Geçen zaman içerisinde yeni köyümüze de okulumuza alışmamız uzun sürmedi. İlk günlerde çektiğimiz büyük zorlukları, meşakkatleri, kırılganlıkları, yağan kar ve yağmur ile çamur deryasına dönen yollarda ayakkabılarımızın çamura bulanmasını, zorlukla yürüyüşümüzü, ahırdan bozma bir göz damda uzun süre kalışımızı, yağmur yağğında damlamasını çoktan unutmuştuk.

Aradan aylar geçti. Kış gitmiş yerini bahara bırakmıştı. Etraf yeşillenmeye ağaçlar yaprak açmaya başlamıştı. Gölün maviliği çoktandır görünür olmuştu. Kışın o beyazlığından ve kar esaretinden eser kalmamıştı.

Sonra, hızla sürüp giden, alabildiğine monoton ve sessiz hayat sürüp gitti uzun yıllar boyunca. Bu hayat iç karartıcı bir masal gibi hatırımda halen. Şimdi geçmişin yaşanmışlıklarını gözümün önünde yeniden canlandırdığımda, kendim bile bütün bunların gerçekten böyle olduğuna güçlükle inanıyorum. Ama gerçekler geçmişin boğucu bir halkası olarak devam ediyor hala.

Birgün bir öğretmen arkadaşımız kardeşini köyde nişanlamak istediğini söyledi. Kızı babasından istemek için bizimde beraberinde gitmemizi istiyordu. Çaresiz kabul ettik. Ama bir şartımız vardı. Yörenin düğün geleneklerini ve kız istemenin usullerini bilmediğimizi ve önceden açıklamasını istedik. Gülerek kabul etti.

Kız evine gittiğimizde sıcak bir şekilde karşılandık. Bizi kadınlar, bebekler ve kız çocukları ile elli yaşlarında, kısa boylu, kirli sakallı bir adam karşıladı. Penceresi evin üzerinde olan, tavanı lepik denilen yassı taşlarla kaplı bir yerdi burası. Zemin halı kaplıydı. Adam yerdeki minderin üzerine oturdu. Sessizce bize bakmaya başladı. Gergin görünüyordu. Bizde etrafına sıralanmıştık. Kısa bir sohbetten sonra öğretmen arkadaşımız adama dönüp kızını kardeşi ile evlendirmek istediğini filan söyledi. Uzun uğraşlardan ve dil dökmelerden sonra baba kızını vermeye razı oldu. Çeyiz ve başlık konusu o sırada konuşuldu. Çeşitli beyanatlarda bulunuldu. Adam, asla bir babanın kızını isteği dışında evlendirmemesi gerektiğini söyledi. Erken yaşta doğum yapmanın risklerinden bahsetti. Evliliğe adım atmanın gelin açısından kolay bir durum olmadığını söyledi. Dağ köyünde bu düşüncelere sahip birinin olması insanın içini aydınlatıyordu. Kadınlardan tek bir ses çıkmadı konuşma boyunca. Kenarda sessizce ve başlarını kaldırmadan oturdular. Kadınların söz hakkının olmamasını yadırgamıştık. Çünkü bizim oralarda böyle durumlarda kadınlara da söz verilir düşüncesi sorulurdu.

Gelenek gereği elinde kahve tepsisi ile evlenecek olan kız içeriye girdi. Bir an şaşkınlıktan küçük dilimizi yutacak olduk. Bu daha çocuk sayılırdı. Yaşının küçük olduğunu söylememişlerdi o zamana kadar. Sesimiz çıkmadıysa da nutkumuz tutuldu. Dilimiz damağımız kurudu. Bu bizim öğrencilerimizin yaşıtı idi. Lakin yapacağımız bir şey de yoktu. Adamın söylediklerini düşündük bir an. Öğretmen arkadaşımızın yüzüne baktık sessizce, gözlerimizde “neden buradayız” pişmanlığı okunuyordu. Birbirimize acı birer tebessümle baktık. Gözlerimizi yere indirdik.

Benzer şekilde kendi öğrencilerimiz arasında da bu tür yaşı küçük kız çocuklarının evlendirildiğini duyduk sonradan.

Yıllar sonra bir şekilde karşılaşğım bir kız öğrencim de küçük yaşta amcasının oğlu ile rızası olmadan evlendirildiğini, evlendiği ilk yıllarda çok ağladığını fakat çaresiz durumu kabullenmek zorunda kaldığını söyledi. “Küçük yaşta evlendirilen mağdurlardan biriyim” diyordu konuşmamızın başında. “17 yaşında, arkadaşlarım okula giderken ben amcamın oğlu ile evlendirildim. Hiç tanımadığım, hiç görmediğim şehre getirdiler beni. Uzun süre ağladım. Yıllar sonra çocuk sahibi oldum, tek tesellim çocuklarımdı artık benim için”. İçim burkulmuştu bu duruma. Gerçi aradan yıllar geçmiş, çocukları büyümüştü çoktan. Fakat konuşmasında hala bir pişmanlık içinde olduğu anlaşılıyordu. Eşini sevmeden başkalarının isteği ile evlendirilmişti. Benim de gözlerim dolmuştu bu duruma dinleyince açıkçası. İçinde büyük bir kırgınlığın hala devam ettiğini hissetmemek olanaksızdı. Çaresizliğin, büyüklerine söz geçirememenin kurbanlarından biriydi o da. O bir çocuk gelindi çünkü.

Çocuk gelin olarak çektiği sıkıntı ve acılı süreci geri döndürmenin olanağı yok. Ne yazık ki küçük yaşta zorla evlilikler binlerce kadının yaşamını elinden alıyor. Aile içi şiddet, yoksulluğun çaresizliği, berdel, cinsiyet eşitsizliği, genç kızların alınıp satılması insanın boğazında düğümlenip kalıyor. Kuşaklararası devam eden bu anlayışın sorgulanmaksızın yirmi birinci yüzyılda da devam ediyor olması en çok kadınlarla çocukları mağdur ediyor.

Daha oyuncaklardan uzaklaşabilecek kadar büyümeden, çevreyi ve yaşamın varlığını tam algılayamadan, evliliğin getirdiği sorumluluğa sahip çıkması istenen çocuklar hayatlarının baharında yaşlanmaktan kurtulamıyor. Okula giderken ya da sokakta oynarken, kendinden habersiz, isteği dışında yapılan pazarlıklar sonrası kendini bir adamın koynunda buluyor. Yaşananları bir kader olarak algılayıp çektiği acıları içine atmaya zorlanıyor ve bunun acısı yaşamı boyunca hiç geçmiyor.

Ülkemizde erken yaşta ve zorla yapılan evlilikler sadece Doğu ve Güneydoğu’da yaşanmıyor. Aksine tüm bölgelerde, çok az değişen farklı sosyal alışkanlıklar ve geleneklere dayalı olarak devam ediyor. Bugün çocuk gelinlerin görülme oranı % 28. Uçan Süpürge Derneği Koordinatörü Sevna Somuncuoğlu bu konuda gerçek rakamın acilen tespit edilmesi gerektiğini kaydediyor. Somuncuoğlu bu evliliklerin büyük kentlerde de olduğunu söyleyip şunları ekliyor “ Araştırmamızda ‘çocuk gelinler’in topluma olan etkisi ve dezavantajları üzerinde durduk Ama ‘çocuk gelinler’in gerçek sayısının belirlenip demografik yapının ortaya çıkartılması gerekiyor. Araştırma sırasında bize ‘bizim bölgemizde çocuk gelin yok, Doğu Anadolu Bölgesi’nde var’ diyorlar. Ama öyle değil. Türkiye’nin her yerinde ‘çocuk gelin’var. Hatta büyük kentlerde daha sık görülüyor.” Bu saptama benim yukarıda yazdıklarım ve şahit olduklarımın doğruluğunu kanıtlamaktadır.

Cehalet, toplum baskısı, gelenekler, sosyal yaşamın vazgeçilmez kültür anlayışı öteden beri kadını ateş çemberinde tutuyor. Sorunun kökenine inilmiyor. Bu duruma direnen kadınlar ise acımasız “töre” illetinden yakalarını kurtaramıyor, bedelini hayatları ile ödüyorlar. Evlatlarına değer biçip, onlar üzerinden kazanç sağlayan, başlık parası gibi yasal olmayan uygulamalar çocukları daha da mağdur ediyor.

Erken ve zorla evlilik insan hakları ve çocuk hakları ihlalidir. Erken yaşta kendi rızası dışında ya da büyüklerinin rızası ile zorla evliliğe itmek bir şiddet türü olarak karşımızda durmaktadır. Bunun engellenmesi için toplumun bilinçlendirilmesi ve gerekli eğitimin verilmesi gerekir. Ayrıca yasalarda caydırıcı önlemlerin alınmasında yarar vardır.

Yapılan araştırmalara göre ülkemizde üç evlilikten biri çocuk yaşta yapılıyor. Çocuk yaşta evlendirme nedenlerinin başında yoksulluk, kalabalık ya da parçalanmış aile yapısı ve evliliği meşrulaştırmak için dayandırılan dini ve kültürel değerler geliyor.

Çocuklar, gelin gittikleri evde cinsel ve ekonomik anlamda hizmet eden bireylere dönüşüyor.

Çocuk gelinler ömür boyu istismar mağduru olup çıkıyor.